Amerikan Gangsteri
Kültür YaşamFilm eleştiri ve incelemelerini çok takdir ettiğim, değer verdiğim birisi; “The Untouchables – Dokunulmayanlar‘dan bu yana böylesine güzel gangster filmi izlememiştim” mealinde bir şeyler söylemişti. Bu cümle filme gitmem için yetti de arttı bile. Sinema çıkışında ne kadar da haklıymış dedim kendi kendime. Üstüne ben de “Blow‘dan beri uyuşturucu konusunda bu kadar güzel bir başka film izlememiştim” diye düşündüm. Hemen yazının başında söyleyeyim, neresinden bakarsanız bakın Amerikan Gangsteri muazzam güzellikte bir film. Her şeyden önce gerçek bir hikâyeye dayanmakta ve filme konu olan karakterler hâlâ hayattalar. Kaldı ki filmde geçen hikâye öyle böyle değil, ciddi anlamda Amerika tarihinde yer etmiş bir hadise. Nedense böyle gerçek ve etkili hikâyeler sinemaya güzel aktarılmakta. Örnek vermek gerekirse az önce bahsini ettiğim Blow yine Amerika tarihinde uyuşturucu konusunda harikalar! yapmış bir şahsiyetten bahsediyordu ve son derece güzel bir filmdi. Yine bir başka gerçek hikâye olan Zodiac filmi de insanı alıp götürüyordu o devrin yıllarına ve yaşananlara. Farklı bir coğrafyadan örnek vermek gerekirse, Kore’ye uzanıp Memories of Murders filimine bakarsak insan aynı hazzı hissediyordu ve filmin kapanışı çok anlamlıydı. Hatta diyebilirim ki bu türdeki filmler arasında en doğal ancak en etkili kapanış kendisine aittir zannımca. Evet ne demiştik, The Untouchables’dan beri izlenebilecek en güzel gangster filmi Amerikan Gangsteri olsa gerek. Hemen buradan Brian De Palma‘ya bir selam çakıp, filmin afişinin yine bir De Palma filmi olan Scarface‘e ne kadar benzediğini fark ettirerek geçelim yorumlamaya. Her zamanki gibi hatırlatayım, filmleri izlemeden önce ‘spoiler’ istemeyenler yazıyı okumasınlar.
Hikâyelerimizden ilki 1960’ların sonunda Harlem’i idare eden patronunun ölümüyle, onun boşluğunu doldurmaya çalışan Frank Lucas’ın nasıl aklını kullanarak ve prensiplerini takip ederek zirveye ulaştığı. İkinci hikâyemiz ise işinde asla dürüstlükten taviz vermeyen, bu nedenle iş arkadaşları tarafından pek de sevilmeyen, dışlanan, hatta bu nedenle başı belaya bile giren Richie Roberts’a ait. Tabi ki bu iki hikâye çok da ayrı değil. Sonuçta iki karakterimiz de aynı sokaklarda at koşturmakta ve filmin bir noktasında bu koşturmaca da göz göze gelmekteler. Filmdeki bu iki ana hikâyenin yanı sıra o zamanki narkotik polis bölümündeki rüşvet skandalları, sokaklardaki yolsuzluklar, kötü polisleri bir başka yan hikâyecik, iki karakterimizin de aile içi ilişkileri yine birer hikâyecik gibi görülebilir. Sonuçta tüm bu hikâyecikler bir araya gelip, böylesine bir film oluşturmakta. 1970’lerde yükselen bir gangster, dürüstlüğüyle nam salmış bir polis, kötü polisler, rüşvet, mafya, derken dürüst polisin işin başına getirilmesi, olaya el koyması, dramatik şekilde gelişen olaylar, yıkılan hayaller, kazananlar, kaybedenler. Uyuşturucu, silahlar, ölümler, Harlem sokakları, kargaşa, hesaplaşmalar. Kısacası ilginç bir dönem, ilginç karakterler.
Filmimiz aslında 2000 yılında çekilmek istenmiş ve yönetmen Ridley Scott‘a getirilmiş. Scott teklifi hemen kabul etmemiş. Bu aşamadan sonra filmi yönetmesi için sırasıyla Brian De Palma, Antoine Fuqua, Peter Berg, Terry George ile görüşülmüş. Fakat her nasılsa sonunda yine Ridley Scott’ın ellerine bırakılmış. İnsanın, De Palma gibi bir ustayı saymazsak iyi ki Scott’ın elinde kalmış diyesi geliyor. Ortaya çıkan filme bakınca da bunun ne kadar doğru bir tespit olduğu anlaşılıyor. Scott yaşının ve buna bağlı olarak yılların tecrübesinin avantajını kullanarak ortaya sıkı bir yapıt çıkartmış diyebiliriz. Aslında çevremde bu filmin ya da daha doğrusu suç, gangster temalı filmlerin Scott’a göre olmadığına dair yorumlar okudum. Kuşkusuz bu konuda usta sayabileceğimiz De Palma pek tabi bu filmi yönetebilir, ortaya da çok güzel bir film çıkabilirdi. Fakat dediğim gibi Scott da bu işi son derece iyi kotarmış. Filmde iç içe girmiş temelde iki tane görünen, ancak bunlara bağlı birkaç hikâyeciği, izleyiciyi bütünlükten kopartmadan, sıkmadan 3 saat gibi çok uzun bir süreye yaymaya başarmış. Zaten kendisi uzun filmler yapmayı seven bir yönetmen. Şöyle geriye dönüp baktığımda aralarında sıkıldığım bir film göremiyorum. Kaldı ki sekanslar arası geçişler son derece ustacaydı ve insanı rahatsız etmiyordu. İki ayrı film olabilecek böyle bir hikâyeyi iyi özetlemiş yönetmenimiz. Filmi güzel kılan diğer etkenlerle beraber eğer insanlar sinemadan çıkarken “Cidden şahaneydi” diyebiliyorlarsa yönetmene hakkını vermek lazım. Zira oyunculuklar ne kadar iyi olursa olsun, iyi yönetilmeyen bir film bu olumlu tepkiyi alamaz. Tabi ki bunun tersi de çok doğrudur.
Oyunculuk demişken, filmin konusunu bilmesem veya izlememiş olsam, bir gangster filminde oynayabilecek son “zenci” kim diye sorsanız, sanırım size Denzel Washington derdim. Hani kendisini gözümün önünde bir gangster olarak canlandıramazdım bir türlü, hele hele uyuşturucu işinde olan bir gangster. Zaten kendisi de normalde gangster rollerine pek sıcak bakmazmış. Ancak senaryoyu okuduğunda, filmin sonu hoşuna gitmiş ve rolü kabul etmiş. Oynadığı karaktere, yaptıklarına, hikâyeye bakacak olursak bu role pek de yakışmış Washington. Rolün hakkını da vermiş ve altından çok iyi kalkmış. Haliyle az önce belirttiğim düşünce film çıkışında tam tersine döndü. Bu rol için kendisi biçilmiş kaftandı gözümde. Patronunun ölümünden sonra ipleri eline almayı hedefleyen bir gangster. Bunun için ince eleyip sık dokuyan, işini ciddiyetle yapan, başarıyı neyin getireceğini hesaplayan, başarısızlığın çıkış noktalarından biri olan şaşaalı yaşamı elinin tersiyle itebilecek kadar olgun ve bilge, yaptığı işte en iyi olabilmesi için gözünü karartmadan tehlikeye atılabilecek kadar cesur, sattığı şeyin neye mal olduğunundan pek de rahatsız olmayan bir aile evladı ve eş! Tüm bunları eksiksiz olarak canlandırdı Washington, hem de kayda değer bir oyunculukla.
Diğer başrol oyuncumuz Russel Crow‘ın oynadığı rol için aslında başka isimler de düşünülebilir. Ancak Scott ile olan iyi ilişkilerini düşündüğümüzde rolün neden kendisine verildiğini anlamak pek güç olmuyor. Buradan Crow’ın işini iyi yapmadığı izlenimi çıkmasın. Bu rol için Crow yegane insan değil, sadece bunu belirtmek istedim. Yoksa Crow rolüne iyi adapte olmuş, iyi gözlem yapmış ve seyirciye yaşatması gereken duyguları yaşatmayı başarmış. Kayıt dışı 1 milyon doları ortağıyla bulduktan sonra cebine indirmek yerine kayıt altına aldırtmayı tercih eden dürüst bir polis, savcılık sınavları için her akşam derse giden, gecelerinde sınavlara hazırlanan idealist insan, diğer taraftan bu dürüst yaşamını ailesi söz konusu olduğunda pek canlı tutamayan, karısıyla boşanma davasının yanında, uzaklara taşınabileceklerinden dolayı çocuğunu görememe gibi bir sebebi hazmedemeyip, bunu da dava konusu yapan, fakat bunu yaparken dahi avukatı ile düşüp kalkan bir aile babası. Kısacası tezatları bir arada yaşayan ve bize yaşatan bir karakter izledik Crow’un üzerinden. Etkili miydi? Evet etkiliydi, işte bu nedenledir ki Crow işini iyi yapmış diyebiliyorum.
İki oyuncumuz da canlandırıkları insanlar hayatta olduğu için gidip bizzat görüşmüşler. Onlarla vakit geçirip aksanlarını edinmeye çalışmışlar, hareketlerini gözlemleyip buna göre rol kesmişler. Belki bunun da rollerini iyi yapmalarında etkisi olmuştur. Ne de olsa böyle geçmişe uzanan filmlerdeki ana karakterlerle her oyuncunun tanışma şansı pek olmuyor.
Her ne kadar gerçek bir hikâye olsa da Richie Roberts filmin doğruluk payının %20 olduğunu söylemiş. Sanırım bunu biraz fazlaca gerçekliğe bağlı kalarak dile getirmiş zira filmin etikli olabilmesi için mutlaka bazı değişiklikler yapılmıştır. Azıcık da matematiğinin zayıf olduğunu var sayıyorum. Sanırım kendisi detayları göz önünde bulundurarak bunu kabaca hesaplamış. Öteki türlü konunun kendisine bakacak olursak %20 gibi bir doğruluk payı çok düşük. Zira ortada kendi zamanında dahiyanece yükselen bir gangster var. Hatta öyle ki 100 yıldır mafyanın yapamadığını, Sicilyalı ailelerin başaramadığını bu kafası son derece iyi çalışan zenci gangster başarıyor ve bunu uzun süre kimse farkına varmadan izliyor. Bu arada bir polis ortaya çıkıyor, parçaları bir araya getirerek bu gangsteri aşağı çekiyor. Bununla da kalmıyor tüm rüşvetçi ve kötü polis kadrosunu da dağıtıyor. Kısacası düzen tamamen alt üst oluyor. Frank Lucas’ın tutuklandığında ele geçirilen parası 250 milyon dolar. Varın siz olayın büyüklüğünü düşünün. Zaten uyuşturucunun ülkeye girişi de başlı başına bir olay. Amerikan askeri uçaklarını kullanarak ta Bangkok’tan yüzlerce kilo uyuşturucuyu ülkeye sok, hiç saflığını bozmadan yarı fiyatına sat! O zaman için devrim olmuş bu.
Richie Roberts Frank Lucas’ı tutukladıktan sonra savunma avukatlığı yapmaya başlamış, ilk müvekkili de Frank Lucas’ın kendisi olmuş! Bir garip dünya. Lucas ise 70 sene ceza almasına rağmen 1976’da girdiği hapishaneden yaptığı anlaşma ve ifşa ettiği polisler için 1981’de dışarı çıkmış, 1984’de tekrar içeri girip son olarak 1991’de tamamen özgürlüğüne kavuşmuş. Söylenenlere göre bu iki şahsiyet şu an için iyi birer dostmuş.
Kısacası filmi izlememiş olup da bu türü sevenler için kaçırılmayacak bir yapıt. Her ne kadar Altın Küre’de pek başarı yakalamamış gibi görünse de Oscar’da en az bir heykelcik kapar diye düşünmekteyim.
İlgili not: Birkaç gündür evire çevire dinlediğim bir parça vardı. Hoşuma gittiği için döndürüp döndürüp dinlemekteydim. Filme, tabir-i caizse cuk oturan bu parça ne tesadüftür ki tam filmin ortasında kullanıldı. Bobby Womack – 110th Street. Jackie Brown hayranları bilirler bu parçayı.
İlgisiz not: Buradan sinemaya giden seyircilere sesleniyorum. Film izlerken evinizde çokça şeyler yemeyi seviyor olabilirsiniz ancak lütfen unutmayın ki sinema salonları sizin evinizin salonları değil. Her ne kadar yeme-içme buralarda yasaklanmış değilse de etraftaki insanları rahatsız edecek ölçüyü insan az çok tahmin edebilir. Hadi patlamış mısırı anladık ancak sıranın ortasına kadar yayılacak kadar keskin kokuya sahip cipsleri, bilumum diğer yiyecekleri yemek de pek hoş olmuyor.